“Hikâye anlatmak demek dinleyiciye hayal kurdurmak demektir. Dinleyene hayal kurdurtmak için öncelikli olarak anlatıcının hayal kurabilmesi gerekir. Hikâye anlatıcılığı hayal kurdurma sanatıdır diyebiliriz o halde. Peki ama neyin hayalini kuracağız?” Anlatıcı, anlatmak istediği hikâyenin dünyasını kendi hayal aleminde yeniden yaratır önce. “Bir zamanlar bir kral varmış.” derken kralın nasıl göründüğünü, nasıl koktuğunu, nasıl baktığını, karakterini, yaşadığı yeri, çocukluğunu çok iyi bilir anlatıcı. “Peki ama bunu nereden bilecek? Yazılı veya sözlü kaynaklardan bize ulaşan masallarda, hikâyelerde sadece, “Bir zamanlar bir kral varmış.” ibaresi var. Kral ile ilgili diğer ayrıntılara pek değinmiyorlar ki!” cümlelerini duyar gibiyim. İşte bu yazının yazılış sebebi de burada başlıyor. Nereden bilecek biliyor musunuz? Tabii ki hayal dünyasından. Muhayyile yeteneği anlatıcının en değerli malzemesidir. Ressamın renkleri, kalemleri, heykeltraşın yontacağı taşı, müzisyenin notaları varsa anlatıcının da hikâyesini yaratmak için hayal dünyası vardır. (Hayal dünyasının ötesinde sözcükler, sesler, beden, mekân da çok önemlidir. Ama bunlar başka yazıların konusu) Tıpkı bir örümceğin ağını dokuması gibi, anlatıcı da hayallerinin ipliğinden anlatacağı hikâyesini yeniden dokur. Metinden kurtulabildiği, kendi masalını, kendi hikâyesini yeniden yaratabildiği zaman anlatısı sanatsal bir forma bürünür.

Hayal dünyası, hayal kurabilme becerisi hikâye anlatıcısının en önemli malzemesidir. Hayal kuramayan, hikâye anlatamaz. Muhayyile yeteniğimiz ile zihnimizde istediğimiz imgeleri yaratır, zamanı ve mekanı aşarız. Yoktan var ederiz herşeyi, varı yok ederiz. İç alemlerimizin krallığında yaşarız. Çocukluk bahçesinde koşarız. İmkansız diye bir şey yoktur orada. Elmalar konuşur, yılanlar prense dönüşür, kule bize yeraltı diyarına nasıl gideceğimizi söyler, bir meyvenin içinden küçük bir kız çocuğu çıkar, biz uzay boşluğunda uçarız, aynı anda hem burada hem orada olabiliriz. Bir var oluruz, bir yok oluruz. Varlık ve yokluk varoluşun iki yüzüne dönüşür. Masalların, rüyaların, şiirin, edebiyatın, bilimin ve felsefenin temelinde hayaller vardır. Ruhumuz hayallerin diliyle konuşur. Sınırlı olanı aşma arzusu bize hep hayal kurdurur.

Peki herkes hayal kurabilir mi? EVET.

Tibet yaradılış mitinde çok sevdiğim üç temel öğe var; Üç yumurta. Biri siyah, biri beyaz, diğeri de siyah-beyaz benekleri olan bir yumurta. Anlatılan mite göre siyah yumurtadan kara ruhlar, beyaz yumurtadan aydınlık ruhlar doğar. Özellikle benekli olan yumurtadan biz anlatıcılar için çok önemli olan bir şey doğar. Bu yumurtadan “dilekleri için dua eden şey” açığa çıkar. Bu şey şekilsizdir. Ne dünyanın güzelliklerini görmeye gözleri, ne ilahi sesleri duymaya kulakları, ne mis kokuları içine çekecek bir burnu, ne tüm güzelliklere ve çirkinliklere dokunacak elleri, ne de tanrısal tadların tadına varabilecek bir dili vardır. Bu şekilsiz “şey”in sadece düşünmeye, hissetmeye ve duyumsamaya yarayacak bir ruhu vardır. Bu ruh; onun gören gözü, koklayan burnu, dokunan elleri, işiten kulağı, dünyanın tadına varan dili olur. Bu sayede bütün dünyanın güzelliğinin tadına varır ve kendine yepyeni bir dünya yaratır. Bu “şey”in adı Sangs-Po ‘ bum khri dir. Yani dünyayı yaratan Tanrı. Bu “şey” bizim tanrısal yönümüzü işaret ediyor. Bu tanrısal güç hepimizin içinde mevcut. Bu beynimizin hayal edebilme gücüdür. Bir anlatıcı herşeyden önce kendi içindeki Sangs-Po ‘bum khri’yi keşfetmeli. Ancak o zaman hayaller alemine yolculuk yapabilir, kendi içinde dünyalar yaratabilir ve başkalarını da bu dünyalara davet edebilir.

Bu Tanrı biz çocukken hep bizimle birliktedir aslında. Biz büyüdükçe içinde yaşadığımız sistem tarafından hayal gücü kanatlarımız kesiliyor ve içimizdeki bu Tanrı bizi yavaş yavaş terk etmeye başlıyor. Özellikle sanayi devriminden bu yana eğitim sistemi rasyonel aklın gelişimini destekliyor ve pozitif bilimleri yüceltiyor. Burada; neden-sonuç ilişkileri, ölçülebilir ve aklın egemenliğe giren her türlü bilgi yüceltilirken, sezgisel ve hayali olan küçümseniyor. Bizim toplumumuzda ailelerimiz de okulun temsil ettiği bu sistemi en iyisi sayıp bizleri doktor, mimar, mühendis olmaya teşvik ediyor. Hatta çoğu zaman zorluyor. Böyle olunca da içimizdeki öyküler anlatan, hayaller kuran, oyunlar oynayan mitsel yönü, yani dilekleri için dua eden, dünyalar yaratan Tanrıyı kaybediyoruz.

Jungcu Psikiyatris Nancy Qualls-Corbet “Kültürümüzün LOGOS yanı bizleri, olmaktan çok yapmaya, deneyimlemekten çok başarmaya, hissetmekten çok düşünmeye değer vermeye yöneltiyor.” derken rasyonel aklın nasıl yüceltildiğini, irrasyonel yanımızın nasıl köreltildiğini çok güzel ifade ediyor. Bunları söylerken Logos’un değersiz olduğunu söylemek istemiyorum asla. Akıl zaten hak ettiği değeri alıyorken unuttuğumuz hayellerimizi hatırlamanın önemli olduğunu söylemek istiyorum sadece. Peki ama bizi terk eden Tanrı Sangs-Po ‘bum khri’yi evimize nasıl davet edebiliriz? Onun için iç alemlerimizde nasıl bir yuva hazırlayabiliriz ki bizi bir daha hiç terk etmesin?

Çocukluğumuzu, çocuksuluğumuzu, içimizdeki çocuğu (içimizdeki yaratıcı güç, içimizdeki sanatçı) yeniden keşfederek. Çocukluk zaman içerisinde döngüsünü tamamlayıp yerini yetişkinlik çağına bıraksa da aslında hep içimizde bir yerlerde gizli kalıyor. Yetişkinlik zamanlarında çocukluk fiziksel bir halden ziyade dünya ile aramızdaki bağı belirleyen bir tutum oluyor. İşte bu tutumu keşfedip ona sarılmaya ihtiyacımız var. Ancak o zaman yeniden içimizdeki çocuğun iç alemlerimizdeki krallığın en güzel yerine taht kurmasına izin verebiliriz. Tahtına oturmuş çocuğumuzun yardımıyla en güzel hikâyeleri yaratıp, en güzel masalda yaşayıp, bunları en iyi şekilde anlatmaya başlarız. Gaston Bachelard “Çocukluk taşkınlığı bir şiirin tohumudur.” derken bunu çok güzel ifade ediyor. Ben de bu ifadeyi kendi sanatıma tercüme etmek istiyorum. “Çocukluk taşkınlığı bir masalın tohumudur, bir anlatıcının doğumudur.”

Çocukluk taşkınlığında neler gizlidir? Çocuklar bize bu gizemi çok güzel anlatırlar. Sözcükleriyle değil. Varlıkları ile anlatırlar bunu. Varoluş biçimleriyle. Nasıl mı?

Çocuk için henüz doğrular-yalnışlar kategorisi oluşmamıştır. Çocuk dünyaya merakla bakar, sorular sorar, yetişkinlerin belirlediği “sınırları” aşmak için çaba gösterir çocuk. Cevaplarla yetinmez, yeniden aynı soruları sorup durur. Alışkanlıklarının esiri değildir. Sonuç odaklı değildir, yaşadığı andadır. Hayal kurar. Nesnelerin canı vardır onun için, onlarla konuşur, öper, yaralarını sarar onların. Masalları sever, hayal alemlerine dalar, onun dünyasında herşey gerçek olabilir. Onun terk gerçeği OYUNdur. Çocuğun dili hayallerin, oyunun dilidir.

Biz de içimizdeki çocuksu tutumu keşfedip, onu besleyip, büyüttükçe hayallerimizin kapısını da aralamış oluyoruz böylece. Bunun için bol bol oyun oynamaya, masal dinleyip, okumaya ve anlatmaya, AN da olma pratikleri yapmaya, belli bir hedefimiz olmadan durmaya, yürümeye, gülmeye, koşmaya, coşmaya, yavaşlamaya, bildiklerimizi unutup dünyaya sorular sormaya, cevaplarla yetinmemeye ve çocuklarla zaman geçirmeye ihtiyacımız var. Bunları yaptıkça içimizdeki çocukluk gizlendiği yerden çıkıp bize gülümsemeye başlayacak. Sebepsiz, “saçma”, komik, anlamsız, fantastik varoluşlar yaşayacak. Böylece bol bol hayaller kurmaya başlayacak. Ancak o zaman hayal gücü kaslarımız çalışacak, çalıştıkça güçlenecek. İşte, içimizden bir hikâye anlatıcısı doğmaya başladı bile 🙂

Nazlı Çevik Azazi