“Üzerine düşündüğüm, tefekküre daldığım bir konu var. Şöyle ki; HİKÂYE ANLATICILIĞI NEDİR?”
Her tefekkür bana bu konunun başka bir yönünü açıyor. “Ben” değiştikçe bu yönlerde değişiyor. Keşfettiğim bu hâlleri defterlerime yazıyorum uzun zamandır. Heyecanlarımı, keşiflerimi ve yüksek sesli düşünmelerimi bu alana ilgi duyan diğer insanlara da açsam ne olur acaba diye düşünüyorum öte yandan. Yani yüksek sesle düşünsem, sesime ses gelir belki uzaklardan. Belki benim hiç uğramadığım diyarlardan gelmiş biri bana oraları anlatır. Düşünce aleminin gitmediğim topraklarını getirir bana. Toprağım zenginleşir. Böylece bir MUHABBET başlar belki. Ya da hiçbir şey olmaz. Bilmiyorum. Sadece soruyu soruyorum ve yüksek sesle düşünmeye cesaret ediyorum. Hadi bakalım, hayırlısı 🙂 Öyleyse başlasın yolculuğumuz 🙂
Hikaye anlatıcılığı; anlatıcı, dinleyici ve hikâye üçgeninde icra edilen bir sanattır. Bir anlatıcı anlatmak istediği bir hikâyeyi onu dinlemeye gönüllü en az birine anlatmaya başladığında orada hikâye anlatıcılığı sanatı gerçekleşmeye başlar. Anadolu’daki kadim bilgelik bunu gökten düşen üç elma ile çok güzel anlatıyor. Biz anlatıcılar hikâyenin sonunda şöyle diyoruz: “Gökten üç elma düşmüş. Bu elmalardan biri dinleyiciye, biri hikâyeye, biri de anlatıcıya gitsin.” Elmalardan payını alan her bir bileşen bu sanatın gerçekleşmesi için çok önemli. Anlatıcı, anlatacağı hikâyesiyle tek başına olduğunda bu sanat gerçekleşmiyor. Bunun oluşabilmesi için dinleyenin kulaklarına, kalbine, zihnine ve ruhuna ihtiyaç var. Anlatıcı çiftçi gibidir kanımca. Çiftçi o sene hangi bitkiyi ekmek istiyorsa, bitkinin tohumlarını arar ve bulur. En iyi tohumları arar hep. Tohumlar anlatıcının hikâyesidir. Çiftçi tohumun can bulabilmesi için onu ekebileceği toprağa ihtiyaç duyar. İşte bu toprak dinleyicidir. Hikâyeler dinleycinin kulak ve göz kapısından girer ve ruhunun tarlasına ekilir. Bu tarlaya ekilen tohumlar hayatın bağrında filizlenip, can bulabilir mi? Filizlense bile nasıl bir şeye dönüşür? Bunu anlatıcı bilemez. Yaşamın tohumları dinleyenin ruhunda bir CAN a duracaksa buna ancak hayat karar verir. İşte bu tohumun tarla ile buluşma dansı bir muhabbettir aslında. Çiftçinin tohum ile toprak ile muhabbeti. Anlatıcının hikâye ile, dinleyen ile, kendisi ile, nihâyetinde mutlâk hakikât ile muhabbeti…
Peki nedir bu MUHABBET? Sözcüğün etimolojik anlamına bakalım biraz.
“Arapça ḥbb2 kökünden gelen maḥabbat محبّة “dost olma, sevme, ahbaplık” sözcüğünden alıntıdır[1].”
Muhabbet sevgi ile yapılabilecek bir dostluk çemberidir. Anlatma sanatı özü itibariyle MUHABBET sanatıdır. O zaman hikâye anlatmak ve dinlemek ancak sevgi ile yapılabilecek bir eylemdir diyebiliriz. Muhabbet sevgi ve dostluk varsa gerçekleşir. Anlatım sanatı sevginin olduğu yerde yeşerir. Anlatıcı kendini sever, hikâyesini sever, insanı severse bu yolculukta rehber olabilir. Muhabbet edebilir.
Bu; çocukluktan çocukluğa, hafızanın derinlerinde yatan imgeleri uyandıran bir muhabbettir. İmgelerle bağlantılı olan duyguları, düşünceleri ve insan hâllerini uyandıran bir sohbet. Geçmiş ve geleceğin o “an” da bir olduğu, cennetin zamanını yaşadığımız bir muhabbet. Anlatan ve dinleyenin “aynı” hikâyenin dünyasında buluştuğu; hem bir arada olduğu hem de tek başına olduğu bir hâl. Tayyi-mekân ve tayyi zamanı yaşadığımız BİR olma hâli. Yani aynı anda bir çok mekânda ve birçok zamanda olabileceğimiz bir yolculuk.
Muhabbet edebilmek için kimliklerin ortadan kalkması, ben ve sen ayrımının olmaması gerekir. Kendi iç dünyamız ile dış dünyamız arasında duran kocaman ZANlarımızın ortadan kalkabilmesi de bunun ön koşullarından birisidir. Böylesi bir muhabbet bir şeyleri açıklamaz, bir şeyleri bildirmez, sadece ANLATIR. Zaten bildiğimiz bir şeyleri bize hatırlatır bu anlatı, bizi “oldurur”. Hâlden hâle sokar. Anlatının efsunu da burada gizli kanımca. Bizi; yaşımızdan, dini inancımızdan, siyasi görüşümüzden, etnik kökenimizden ve bize verilmiş veya sonradan oluşturduğumuz tüm kimliklerden arındırarak bir hikâyenin dünyasında buluşturur. Oradaki tek kimliğimiz İNSAN olmamızdır. İnsan varoluşumuzda şu koskoca evrenin orta yerinde durmuş ve bir hikâyede buluşmuş oluruz.
Peki ama kendimize dair edindiğimiz bu zanlarımızı nasıl ortadan kaldıracağız? Ben cesurum, ben güzelim, ben içime kapanık biriyim, ben aslında o kadar da güzel değilim ve sevilmeye değer değilim, bakın ne kadar iyi anlatıyorum değil mi? Yok yok ben aslında anlatamıyorum. Ben bu iş için doğmuşum. Ooo şurdaki dinleyici bana öyle bir bakıyor ki, galiba bana aşık oldu. Ben insanların gözüne bakamam. Ben hayal kuramam. Böyle uzayıp giden bir liste bu. Hep dışarından nasıl göründüğümüzle ilgilenen, hep toplumdaki yerini sağlamlaştırmaya çalışan bir ses. Benim kendi iç alemlerimden çok iyi tanıdığım bir ses. Öte yandan bu ses bir “dert” ise, bana Şah Hatayi’nin o güzel ifadesini hatırlatan bir dert. “Bir derdim var bin dermana değişmem.” Bana rehber olan bu ses şu soruyu da sordurtuyor. Hepimizin kulağına sürekli bir şeyler fısıldayan bu ses ne zaman susar? Ki insanlarla “gerçekten” bulaşabileyim?
Çocukları izleyelim bir vakit. Onları gözlemleyelim. Böylece görürüz ki onlarda bu zanlar gelişmemiştir. Nasılsa öyledirler. Varoluşlarında bir yarılma söz konusu değildir onların. Barışıktırlar. Nasılsa öyledirler ve bu da böyle güzeldir. 2 dakika önce tanıştığı bir çocukla oyun oynamaya başlar, güler, koşar ve kendilerini birlikte yere atarlar. An’ın çocuğudur onlar. An’ın varoluşunda yaşarlar. Anlatıcı da an’ın çocuğu olabildiğinde zanlarından kurtulur.
Ne güzel söylemiş Yunus Emre : “Çekil aradan, kalsın yaradan.” Aradan çekilen ego, aradan çekilen zanlar bizi çocukluk cennetimize ulaştırır. Nasıl ki anlatıcı bir rehberdir, kendisi aradan çekildiğinde dinleyicisi de ona teslim olur. Onun zanları da aradan çekilmeye başlar. Anlatıcı kendi hallerini yayar atmosfere. Heyecanlı ise dinleyicisi de heyecanlanır, nefesi sıkışmışsa dinleyici de onunla birlikte sıkışır, rahatsa, aradan çekilmişse ve çocukluğun krallığında gezinebiliyorsa dinleyici de onunla birlikte bu krallıkta yolculuğa çıkar. Bilim dünyası bunu ayna nöronları ile açıklıyor. Çok merak edenler google amcaya ayna nöronlarını sorabilirler 🙂
Nihayetinde geldiğim yer şu oluyor. Hikâye anlatıcısının yolu çocukluk cennetinden geçiyor. Kanımca cennet bahçesini yeniden keşfetmemiş bir anlatıcı AN’ın çocuğu olamıyor ve hikayesini hissederek, eğlenerek ve etkileyici bir şekilde anlatamıyor. Peki ama neden? Bu konu üzerine bir sonraki yazımda yüksek sesle düşüneyim…