“Seiba’nın Anlatan Öğretmen Uluslararası Sertifika Programının eğitmenlerinden biri olan Chris Bostock, 13 Ocak akşamı Penguen Kültür Kafe’de bir anlatı gecesi gerçekleştirdi. Chris ile bir araya gelmişken onunla uzun bir röportaj yapma fırsatını da kaçırmadık. Kişisel hikâyesinden başlayarak tiyatro deneyimine, eğitmenliğe ve Hikâye Anlatıcılığına varan ilham verici yolculuğunu bizimle paylaşan Chris’in hikâyesinin Hikâye Anlatıcılığına ve hikâyelere ilgi duyan herkese ilham olmasını diliyoruz. Röportajın sonunda Chris’in hediyesi olan hikayeyi ve anlatıcı olmayı isteyenler için yaptığı önerileri mutlaka okumanızı tavsiye ederiz.”
Bize biraz kendi hikayeni anlatabilir misin?
Londra’da doğmuşum, İngiltere’nin güneyinde büyüdüm. Çok küçük bir çocukken hiç tanışmadığım bir teyzem tarafından bana bir hediye bırakılmıştı. İyi bir eğitim alabilmem için kenara ayrılmış bir paraydı hediyem ve bu hediye benim evden uzaktaki bir okulda okumamı sağladı.
Ailem, çevremdeki insanlar evden uzakta okumaktan hoşlanmayacağımı düşünmüşlerdi ama ben bu fikri çok sevmiştim. Okuldaki üçüncü yılımda, on dört ya da on beş yaşımdaydım, öğretmenlerimden biri hazırlayacakaları tiyatro oyunda yer almak isteyip, istemediğimi sordu. Çok istediğimi dile getirdim. Hiç unutmam, o oyunda tam on dört cümlem vardı, bir kızı oynuyordum. Ve rol yapmayı çok sevmiştim. Sahneden indiğimde fark ettim ki, bu hissi durduramıyordum, hatta sevgim büyüyordu. Okul süresince başka oyunlarda da rol aldım.
Okuldan ayrılma zamanı geldiğinde ne yapacağım, ne okuyacağım hakkında kararsızdım. Annem her ihtimale hazırlıklı olmam için yaşamımı idame ettireceğim bir alan seçmemi istiyordu. Londra’da hem tiyatro okuyabileceğim hem de öğretmen olabileceğim üç yıllık bir okul buldum. Çok enteresan insanlarla tanıştım, bir aktör olarak deneyim kazanabileceğim pek çok işte yer aldım. Fark ettim ki, keşfetmeye devam etmek istiyordum. İyi aktörleri seyretmeye bayılıyordum ve bundan çok da heyecan duyuyordum. Farklı tiyatrolara gitme, farklı oyuncuları seyretme imkanı bulabiliyordum.
O günlerde yaşamımı hangi yöne doğrultacağıma karar vermemiştim. Bundan sonra başıma gelen her şey bir dizi rastlantıydı. Bir rastlantı sonucu öğretmenliğe başladım. Bir gün koridorda yürürken o sırada telefonda konuşan arkadaşım beni durdurdu. Kendisine teklif edilen öğretmenlik işini yapamayacaktı, yerine birini önermesini istiyorlardı. ”Yapar mısın?” diye sordu bana, ”Neden olmasın…” dedim. Güney Londra’nın hiç bilmediğim bölgesinde yer alan okulda bir yıl öğretmenlik yaptım ve birlikte çalıştığım gençlerden çok şey öğrendim. Ayrıca dünya hakkında ne kadar az şey bildiğim gerçeğiyle de orada karşılaştım.
Ev arkadaşımla deneysel tiyatro yaptığımız bir topluluk kurduk, pek çok heyecan verici ve vahşi işler ürettik. Sonra, gene bir rastlantı sonucu, eski bir dostumla karşılaştım. Bu rastlantı beni İngiltere’nin kuzeyinde, York Shire’daki bir tiyatro topluluğuyla buluşturdu. O tiyatroda her şeyi yaptım; sahneyi sildim, çayı hazırladım, aksesuarları buldum, dekor taşıdım ve bütün o işler, hepsi ama hepsi çok güzeldi benim için. Zamanla küçük küçük roller de almaya başladım. Hepsinden güzeli başkalarını, hem oyuncuları hem de seyircileri izleme ve dinleme fırsatı yakalayabiliyordum. Ve bir gün kendi kendime, ”Eğer bu işi yapmaya devam etmek istiyorsam öğrenmem gereken daha çok şey var” dedim. Daha çok öğrenmek ise daha çok denemeyi, daha çok eylemde bulunmayı ifade ediyordu. Bir yandan da çalışmam ve para kazanmam gerekiyordu. Şanslıydım, iyi kazanamasam da aynı anda pek çok işte çalışıyordum; müzikaller, pandomimler, ciddi oyunlar, komedi oyunları… Sonra bir gün birlikte çalıştığım direktör tiyatrodan ayrılınca bütün o işler de durdu. O sıralarda çocuğumuz doğmuştu, çıkıp iş bulmam ve eve yemek getirmem gerekiyordu. O topluluktan arkadaşlarımla tiyatronun çevresindeki okulları ziyaret ederek, gittiğimiz her okulda performanslar yaptığımız bir topluluk kurduk.
Bir gün başka bir topluluğun direktörü bağlı olduğu tiyatronun içinde kendi topluluğumu kurmamı önerdi. Tiyatronun eğitim için bir araç olarak kullanılacağı ”Eğitimde Tiyatro” çerçevesini geliştirdik. Okullara gidip sadece bir oyun oynayıp, ayrılmıyorduk. Kurguladığımız oyunlara çocukları da katarak, karar mekanizmalarına dahil olma becerilerini geliştirmelerine yardımcı oluyorduk. Çocukların zorlandıkları ya da ilgilerini çeken konuları bulmak için öğretmenlerle birlikte çalışıyorduk. Odak noktasının çocuklar olduğu bir program geliştirmiştik. Mesela York Shire’daki dokumacılar hakkında bir oyunumuz vardı. İlk dokuma tezgahları üretildiğinde, bu işi birer zanaatçı gibi yapan insanlar işlerini kaybedeceklerini fark etmişler ve gidip makineleri kırmışlardı. Biz de çocuklara kimin davranışının doğru olduğunu, kimin haklı olduğunu, ne yapılması gerektiğini tartışacakları bir alan oluşturduk. Bu dokumacıları ve ailelerini çocuklar da tanıyorlardı. İşlerini kaybettiklerinde kimin, ne zarara uğrayacağını biliyorlardı. Çocukların politik kararlar, duygusal kararlar, yaratıcı kararlar üzerine düşüneceği bir ortam yaratıyorduk. Harika bir deneyimdi.
Derken New Castle Upon Tyne’daki bir topluluktan teklif aldım, daha fazla para öneriyorlardı. Yirmi kişiden oluşan bir topluluğum vardı. Birlikte çalıştığım yazarlar, tasarımcılar, müzisyenleri de davet edebilecektim. Tiyatro şehrin merkezindeydi. Bu bölge sanatsal faaliyetlere ulaşamayacak insanların yaşadığı bir yerdi ve biz her yaştan gence ulaşabiliyorduk. Onlara çatışma içeren temalar veriyorduk, bir çerçeve çiziyorduk ama asla ne düşünecekleri, nasıl karar verecekleri konusunda onları yönlendirmiyorduk, sadece düşünme kapasitelerini ve muhakeme yetilerini geliştirmelerine destek oluyorduk. Bu süreçte öğretmenlerle yaptığımız çalışma sürüyordu, onların yaptıkları işi kendi çalışmalarımızla desteklemeye devam ettik.
Ne yazık ki, o zamanın başbakanı Margeret Thatcher insanların kendi adına düşünebilmesi konusunda cesaret verici ya da destekleyici değildi. Böylece aldığımız fon kesildi, işimiz durduruldu ve birlikte çalıştığım aktörler ayrılmak zorunda kaldılar.
Bu çalışmayı yapabilmek için devletten fon mu alıyordunuz?
Evet, özellikle yoksul bölgelerde çalışma yapan topluluklar için ayrılmış bir fondu bu, topluluğumuz bu fon kaynağından besleniyordu. Üstelik fon kriterleri gereği izleyicilerimizden para almadan gösteri yapmak gibi harika bir zorunluluğumuz vardı. Çocuklar, aileler ve öğretmenler için harika bir hizmetti. Bunu rahatlıkla söyleyebiliyorum çünkü bazen, üstünden yıllar geçmiş olmasına rağmen, o zaman yaptıklarımızı anımsayan öğretmenlerle bir araya geliyorum. Yarattığımız sahneleri, imgeleri hala anımsıyorlar.
Bir projeyi oyunculara açmadan önce yazarla, tasarımcılarla uzun uzun çalışıyordum. Her ne kadar kimi zaman zor da olsa, topluluğumun her bir bireyinin inisiyatif alma, kararlara katılma sorumluluğu vardı. Belki süreci zorlaştırıyordum ama aynı anda pek çok kişi aynı iş üstüne hayal kurup, kendi katkısını sunabiliyordu. Şu anda Northern Stage olarak bilinen topluluğun bir parçasıydık.
Her yıl aktörler ve topluluğun diğer üyelerinin de katılacağı yeni, yaratıcı ve heyecanlı bir iç eğitim planlıyordum. Bazen bir müzisyeni davet ediyor, ondan enstrüman dersleri alıyorduk. Bazen kendimizi olduğumuz yerden daha ileriye götürecek, geliştirecek bir gezi yapıyorduk.
Yani kendinizi ve topluluğunuzu beslemek için zaman ve imkanlar yaratıyordunuz…
Kesinlikle. İşaret dili eğitimi aldık mesela. Sonra Grace Hallworth adında, benim tanrıça diyebileceğim, kütüphane görevlisi olan bir kadından haberdar oldum. Topluluğumla çalışması için davet etmek istiyordum ama ona bir türlü ulaşamadım.
Bir gün küçük kızımla Londra’daki bir Hikâye Anlatıcılığı festivaline gittik. Sahnede Hikâye Anlatıcıları vardı. O güne kadar çocukların belki de hayatlarında bir daha hiç karşılaşmayacakları bir sanat formu olan tiyatro aracılığıyla, sahnede onların asla unutmayacakları anlar, imgeler oluşturmaya çalışmıştım. Şimdi ise ben sahnede hayatımda hiç görmediğim güzellikte imgeleri, manzaraları ve insanları görüyordum, üstelik tüm bunlar kafamın içinde olup bitiyordu. O gün dinlediğim Hikâye Anlatıcıları kelimenin tam anlamıyla hayatımı aydınlattılar.
O sıralarda kaç yaşındaydın?
Yirmi altı yıl önceydi. Anlatıcıları dinlediğim o gün ‘Ben de böyle bir şeyler yapmalıyım” diye düşünmeye başladım. New Castle’a döndüğümde dünyanın her yerinden insanın katıldığı bir yılbaşı panayırına gittim. Etrafta dolaşıp, neler yapıldığını anlamaya çalışırken bir yönlendirme işareti gördüm: ”Çocuk Odası”. Çocuklarla birlikte olmayı her zaman sevmişimdir, yetişkinlerden çok daha eğlenceli olabiliyorlar. Odaya yaklaştıkça içeriden hiç ses gelmediğini fark ettim, kendi kendime ”Garip” diye düşündüm. Odaya girdim, bir grup çocuğun yerde ağızları açık oturduklarını gördüm. Hemen önlerinde koca bir yılan derisi, derinin arkasında bir adam, adamın dizinin üstünde Örümcek Adam kostümü giymiş bir çocuk oturuyordu. Adam, belki de dünyanın en etkileyici, en güzel hikâyesini anlatıyordu; Afrika’ya suyun gelişi. Hikâyesini tamamladığında Örümcek Adam kostümü giymiş çocuk yere atladı ve bana doğru koştu. ”Burada ne arıyorsun Chris?” diye sordu. Hikâyeyi dinlemeye geldiğimi söyledim. ”Babamı tanıyor musun?” dedi. ”Hayır, baban kim?” dedim. ”İşte o, hikâyeyi anlatan adam” dedi.
Adamın adı Malcolm Green’di. Afrika’da öğretmenlik yapmış, Kamerun hakkında bir sürü hikaye öğrenmiş ve topladığı hikayelerle birlikte İngiltere’ye dönmüştü. O günlerde New Castle yakınındaki bir parkta gönüllü çalışıyordu; insanlara bitki yetiştirmenin, mevsimlerin, doğanın sırlarını anlatıyordu. Bir gün insanlara sadece bilgi aktarmanın o bilginin özümsenmesi için yeterli olmadığını, insanların o bilgiyi sonsuza dek anımsamalarının bir yolunu bulması gerektiğini anlamış ve amacına hikâye anlatarak daha kolay ulaşabileceğini fark etmiş.
Malcolm ve ben, bir araya geldik. Birbirimizin evlerine gittik, ateşin başında oturup sırayla hikâyeler anlattık birbirimize. Bazı haftalar birkaç defa bir araya geldik, her seferinde birbirimizden yeni bir hikâye öğreniyorduk. Ben anlattım, o anlattı, harika bir eğitimdi. Aramızdaki sadece bir arkadaşlık ilişkisi değildi. Daha önce hiç dinlemediğim bir hikaye aracılığı ile başka birine güvenmeyi öğrendim.
Malcolm ve ben hikâyelerimizi nereye bakmamız, nerede aramamız gerektiğini bilmediğimiz bir arkadaşı arar gibi arıyorduk. Aramayı asla bırakmıyorduk. Dinlemeyi asla bırakmıyorduk. Hikâyemizle bir kitapta, filmde, bir operada karşılaşabilir ya da birinden dinleyebilirdik; galiba bir hikâyeyle karşılaşmanın en iyi yolu da buydu. Durmadan çalışıyorduk; birlikte çalışıyorduk, kendi kendimize çalışıyorduk. Bazı anlatıcılar çalıştıkları hikâyeleri baştan sona yazmayı sever. Ben sadece hatırlatıcı imgeleri not alırım. Hikâyelerin her seferinde yeniden doğmasını çok seviyorum.
Derken ilgi duyan insanlara hikâyelerimizi anlatmaya başladık ve A Bit Crack Storytelling grubunu kurduk. Northumberland’daki tarihi alanlarda çalışan arkeologlarla işbirliği yaptık. Hem tarihi bilginin hem de hikâyelerin yer aldığı bir yürüyüş planladık. Arkeologlar katılımcılarımıza tarihi bilgiyi verdikten sonra biz o tarihi alanla ilgili kurduğumuz hikâyeleri ya da o bölge ile ilgili herkes tarafından bilinen halk hikâyelerini anlatıyorduk. İşin garip yanı Malcolm da, ben de Kuzeydoğu İngiltere’nin yerlisi değildik, ikimiz de güneyden geliyorduk. Oralı insanları, doğdukları ve yaşadıkları yere ait hikâyeleri hatırlamaları, anlatmaları için cesaretlendirdik, yaşadıkları yerle hikâyeler aracılığıyla yeniden bağ kurmalarını sağladık. Tarih anlatır gibi değil, çok çok eski anıları anlatır gibiydik.
Yaşadığımız yerde çok zengin bir adam vardı. Sayısız ağacın olduğu büyük bahçesini koruması için çalıştırdığı görevliye geyiklerinin de bahçede dolaşmasını istediğini ama ağaçlara zarar vermelerinden endişe ettiğini söylemişti. Ağaçların çevresine çit yapmak istemiyordu, görevli ağaçları korumak için başka bir yol önermeliydi. Görevli ağaçların altına aslan dışkısı koymayı önerdi. Zengin adam geyiklerinin bir aslanla hiç karşılaşmadıklarını, aslanın nasıl koktuğunu bile bilmediklerini söyledi. Görevli hayvanların hafızalarındaki çok eski zamanlardan gelen bilgi sayesinde dışkıların olduğu yerden uzak durmaları gerektiğini anlayabileceklerinde ısrar etti ve planı işe yaradı.
Bence biz de böyleyiz, içimizde farkında bile olmadığımız çok çok eskiye dayanan anılar var ve bunlara ulaşıp, kullanabiliriz. Bütün hayatını apartmanlar arasında geçirmiş, tek bir ağaç görmemiş bir çocuğun zihninde bile karanlık orman dediğimizde bir imge canlanır.
Anlatarak yaşar kıldığımız hikâyeler aracılığıyla doğayı ve geçmişimizi onurlandırmalıyız. Bunun için gerçekten ilgi duyan insanlara ihtiyacımız var, bu da işimizin zorlu kısmı; o ilgiyi uyandırmak, bunun bir ihtiyaç olduğunu hissettirmek. İnsanlar bir Hikâye Anlatıcısı olmak istediklerini söylediklerinde, onlara ”Sen zaten bir Hikâye Anlatıcısısın” derim, ”sadece sevdiğin, paylaşmak istediğin hikâyeleri anlatma şansın olmamıştır.”
Ben insanları daha eskiye, çok eski bir geleneğe götürmek istiyorum. Ateşin başında, ateşin kalbinin yanında birbirimize hikâyeler anlattığımız o günlere. İşte o zaman, kalplerimizden anlatabileceğimizi düşünüyorum. Cesur, gözü kara Hikâye Anlatıcılarının, insanların içindeki anlatma isteğini uyandırması, onlara bunu yapabilmeleri için alan yaratması gerektiğine inanıyorum. Bu küçük gruplar cezaevindeki mahkumlar, bir toplum merkezindeki çocuklar, aileler olabilir.
Özellikle çocuklarla çalışan biri olarak içinde yaşadığımız bu dijital çağda ailelerin, öğretmenlerin çocukları daha çok hikâye ile buluşturması gerektiğine inanıyorum. Çocuklar gözleri açık hayal kurmaya teşvik edilmeliler.
Konuşmamıza başlarken yaşamındaki rastlantılardan bahsetmiştin. Rastlantılar hakkında ne düşünüyorsun?
Kader… Orada bir yerlerde bizim için hazırlanmış bir plan olduğunu düşünüyorum. Kendimiz için kurguladığımız hayatı yaşarken birden karşılaştığımız rastlantısal bir olay gittiğimiz yönü değiştirmemize sebep olabiliyor. Arkadaşım o telefon konuşmasını yaparken benim tam o anda oradan geçiyor olmam mesela. Hiç beklemediğin anda bir arkadaşla karşılaşıyorsun, bazen hazır olmadığını hissettiğin bir anda aşık oluveriyorsun. Bir plan olmalı ama bu plandan daha önemli bir şey olduğunu da hissediyorum. Bence o da ihtimallere, değişime, ilerlemeye, yeni ile karşılaşmaya açık olabilmek. Açık olmayı bıraktığımız an çölleşmeye, kurumaya başlıyoruz. Dar alanlara, kapalı duvarlar arkasına sıkıştıkça yalnızlaşıyor ve ihtimallerin önünü kesiyoruz. Yaşamın koşulları bizi birbirimizden ayırdıkça diğer insanlarla aramızdaki bağ gevşiyor, nesiller arasındaki ilişki kopuyor. İleride gerçekleştirmeyi istediğim projelerden biri de,eski ve yeni nesilleri bir araya getirmek. Bunu yapmanın en iyi yolu da tabii ki; Hikâye Anlatıcılığı.
Anlatan Öğretmen programının eğitmenlerinden birisin. Seiba ile nasıl bir araya geldiğini anlatabilir misin?
İşte bu da tamamıyla tatlı bir rastlantı sonucu oldu! Northumberland’a yaptığımız yürüyüşler sırasında tanıştığımız yerel bir yazar iki yıl sonra benimle iletişime geçti. Koç Okulları’nda kütüphane görevlisi olan arkadaşı okulun kitap haftası etkinliği için konuşmacı bulmaya çalışıyordu. İstanbul’da yapılacak etkinlik için davet aldım. İstanbul’a gelmeden önce mükemmel bir anlatıcı olan arkadaşım Sue Hollingsworth ile iletişime geçtim. Sue bana Seiba’dan bahsetti. İstanbul’a geldiğimde Senem ve Nazlı ile buluştum. Tam o sırada Almanya’dan eğitim için gelmesini bekledikleri eğitmenin gelemeyeceği haberini aldılar. Bana döndüler ”Chris programın nedir?” diye sordular, ben de bir turist olduğumu söyledim. Beni eğitmen olarak davet ettiler ve böylece Seiba ile ilişkim başladı.
13 Ocak akşamı burada bir anlatı gerçekleştirdin. Güzel bir kalabalık seni dinlemek için oradaydı. O akşam karşılaştığın dinleyici kitlesi hakkındaki hislerin nedir?
Çok coşkulu, meraklı ve çok tatlılardı. Arada çeviri olmasına rağmen hiç kopmadan takip ettiklerini, katıldıklarını ve ilgilendiklerini gördüm. Arkadaşlarıyla, sevgilileriyle, çocuklarıyla gelmişler. Rahat bir ortamda kendilerini hikâyelere bırakmışlardı. Bir Hikâye Anlatıcısını dinlemek gerçekten odaklanma gerektiren bir şey; zamanı unutmanız, kendinizi bırakmanızı gerek. O akşam anlatımı dinlemeye gelen insanlar tarafından onurlandırıldığımı hissettim.
Hikâyeler bana ait değiller, kendime her zaman hatırlatırım bunu. Bir nesilden diğerine, bir kültürden diğerine aktarılırlar. Ben sadece onları ödünç alıyorum. Birbirimizden çok şey öğreneceğimize inanıyorum. Gerçek bir paylaşma hissine sahip olursak -ki dünyanın bulunduğu şu noktada tam olarak ihtiyaç duyduğumuz şeyin bu olduğuna inanıyorum- başka insanların diline, kültürlerine, inanış ve değerlerine de saygı gösterebiliriz. Başka insanların hikâyelerini öğrenmek, kendi hikâyemizi paylaşmak aramızdaki tüm engelleri kaldırır, kalpten kalbe konuşmamızı sağlar.
Anlatmayı çok sevdiğim Dilsiz Prenses masalının son tekerlemesi çok güzeldir. Masal kısaca şöyle:
Bir zamanlar yaşlı ama deneyimli ve zengin bir adam ve onun genç bir eşi varmış. Bir gün genç ve yakışıklı bir sürücünün kullandığı bir at arabasıyla yolculuğa çıkmışlar. Soyguncular yollarını kesmiş. Genç sürücü arabadan atlamış ve soyguncuları durdurmaya, efendisini korumaya çalışmış ama soyguncular genç adamın boynunu kesmişler. Yaşlı adam karısını korumak için atılmış ama soyguncular onun da kafasını kesmişler. Genç kadın arabadan atlamış ve çalılıkların arasına gizlenmiş. Soyguncular çalabilecekleri her şeyi çalıp gitmişler. Kadın çok üzülmüş, çok ağlamış. Ağacın dallarındaki kargalar kadının haline acımışlar ve bir tekerleme söylemeye başlamışlar:
Bu kadıncağız bilseydi ki,
Akan gözyaşları düşse kocasının boynuna,
Kafası birleşebilirdi vücuduyla,
Kocasını alabilirdi tekrar koynuna.
Hava iyice kararmış, etraf çok karanlıkmış. Kargaların dediklerini duyan kadın kocasının kopmuş kafasını yaklaştırmış cansız bedenine ve ağlamış, ağlamış, ağlamış boynunun üstüne. ”Peki ya sürücü ne olacak? Çok iyi bir genç adamdı” demiş. Diğer kafayı almış, cansız bedenin boynu üstüne ağlamış, ağlamış ve kafayı olması gereken yerine koymuş. Genç kadın yorgun düşmüş, uzanmış ve uyuyakalmış.
Ertesi sabah uyandığında güneş parıl parılmış. Aman Tanrım! O da ne! Kadın kocasının kafasını genç adamın bedenine, genç adamın kafasını ise kocasının bedenine koymuş olduğunu fark etmiş. Şimdi ne yapacakmış? Hangisi kocasıymış? Kocasının kalbini taşıyan mı, kocasının kafasını taşıyan mı? Hangisini seçmeliymiş? Genç bir bedendeki bilge kafayı mı, yaşlı bir bedendeki genç kafayı mı?
Bu masalı sorduğu soru nedeniyle çok severim. Bilgeliğimiz nerede? Birçoklarının dediği gibi kafamızın içinde mi, yoksa kalbimizde mi?
Hikâye Anlatıcılığı yolunun çok başında olan genç anlatıcılar için vereceğin öneriler var mı?
Vereceğim cevap her yaştan anlatıcılar için olsun, kaç yaşında, mesleğimizin neresinde olursak olalım her birimizin yapması gerekenlerden bahsedeceğim. Öncelikle anladığınız, bağ kurduğunuz, sizinle konuşan hikâyeleri anlatmayı tercih edin. Anlattığınız hikâyelerde kendinize has imgeler yaratın. Kendinize inanın ve güvenin; anlatacağınız hikâyenin sizi alıp götürmesine, bütün varlığınızın bu hikâye ile dolmasına izin verin. Hikâyelerinizi mümkün olduğunca çok defa ve farklı insana anlatmaya çalışın. Bir hikâyeyi bir kere anlatmak bir şeydir, aynı hikâyeyi yeniden anlatmak ise başka bir şeydir. Hikâyelerinizle dost olun. Düzinelerce dostunuz olsun; bu dostlardan bazılarını daha çok anlattığınız için daha yakından tanıma fırsatına erişirsiniz, bazıları biraz daha uzak tanıdıklar olarak kalırlar. Konuşmayı seven dilinize tanıdığınız fırsatı, dinlemeyi seven kulaklarınıza ve kalbinize de tanıyın. Bir sonraki hikâyenizle tanışmak için kulağınızı hep hazır tutun ve aramayı asla bırakmayın. Çoğu zaman en iyi hikâyeler başkalarından dinleme fırsatı bulduklarınız olur. O küçük ve tatlı rastlantının ne zaman olacağını ise asla bilemezsiniz. Uzun, destansı bir anlatı ya da küçük bir fıkra bile olabilir bir sonraki aşkınız. Okumayı, aramayı, dinlemeyi sürdürün, hiç bırakmayın.
Chris Bostock ve A Bit Crack Storytelling topluluğu hakkında daha fazla bilgi edinmek için aşağıdaki linkleri ziyaret edebilirsiniz.